YENİ ÖYKÜLER - Refakatçi


MUSTAFA TÜRKER ERŞEN
Refakatçi *

Biri “baksana,” diye seslenince uyandım. Nerede olduğumu anlayamadım önce, karanlık ve tuhaf kokulu bir yerde, rahatsız edici bir koltuktaydım. Derken yine “baksana,” dedi o biri, “seni oraya uyu diye oturtmadılar.” Etrafa şöyle bir göz atınca hatırladım. Arkadaşımı apandisit yüzünden apar topar hastaneye getirmişler, karnını kesivermişlerdi. Buraya o yüzden oturmuştum işte. Arkadaşıma refakat etmek için.
Bizimki beyaz örtüler içinde derin bir uykudaydı şimdi. Ben de koltukta sızmıştım demek dayanamayıp. Gecenin kaçıydı bilmiyordum, kollarımı yukarı uzatıp iyice gerindim. İskeletimin birkaç yeri tıkırdadı, kendime gelmeye başladım. Konuşan, odayı arkadaşımla paylaşan şu ihtiyardı, “beyimiz uyandı demek, sen rüyalar âlemindeyken arkadaşın su istedi ben verdim,” dedi. “Öyle mi?,” dedim, “affedersiniz, içim geçmiş biraz.” “İçin mi geçmiş? Horul horul uyuyordun.”
Ayağa kalkıp odada birkaç adım attım bacaklarım açılsın diye. İhtiyar dik dik bana bakıyordu. “Arkadaşıma dün bir ağrı saplanmış, bir bakmışlar apandisi patladı patlayacak, sonra da…” “Biliyorum biliyorum,” dedi ihtiyar, “odaya geldiğinizde buradaydım.” Öyleydi ama o sırada hiç konuşmamış, kollarını kavuşturup somurtmuştu. Sıska, saçları dökülmüş, belli ki biraz da aksi bir ihtiyarcıktı bu. “Bir şeye ihtiyacınız var mı?” diye sordum. Kibarlık olsun diye değil, içtenlikle. “Var,” dedi, “sana o yüzden seslendim.”
İçeride yoğun bir hastane kokusu vardı. Hani insanı biraz ürküten, canının her an yanabileceğini haber veren o tıp ve temizlik esintisi. Bir an ürperdim. Ama arkadaşım için burada sabahlamaya değerdi, sonuçta canı yanan oydu, gerçekten üzülüyordum onun için, ona yardımım dokunsun istiyordum. Neyse ki kurtulmuştu şu işten. İnsanın apandisi tam neredeydi? Elimi karnımda gezdirip hatırlamaya çalıştım ama başaramadım. “Sizin neyiniz var?,” diye sordum ihtiyar adama. “Prostatım nah bu kadar olmuş,” dedi elini yumruk yapıp. Uyuyan arkadaşımı hiç umursamadan çatallı sesiyle söylendi: “Yarın bıçak altına yatıyorum ama bak, ne çocuklarım ne akrabalarım var yanımda…” Huysuzluğunun nedeni buydu belli ki, üzüldüm biraz. “Benden ne isteyecektiniz?,” diye sordum. “Votka.”
Ciddi olup olmadığını anlayamadım önce, gülümseyeyim mi kaşlarımı mı çatayım bilemedim. “Votka işte, votka,” diye tekrarladı ihtiyar, “hiç duymadın mı?” Yanıt vermeye bile değmeyecek bir durumdu, yüzümü çevirdim.
İhtiyar “bırak bu pozları, bana küçük bir şişe kap gel,” dedi, “yarın öleceğim belki de, ameliyattan kalkamayacağım.” “İçki içerseniz gerçekten de kalkamayabilirsiniz.” “Artık uzatmaları oynuyorum ben, istediğimi yaparım.” “İyi, yapın o halde.”
Uzun bir of çekti. “Şu yaşlı adamcağızın son isteğini yerine getirmeyecek misin?,” dedi, “dünya böyle mi oldu artık?” “Susun, arkadaşımı uyandıracaksınız.” “Bana votka almazsan susmam.”
“Çattık,” diye geçirdim içimden. Tekrar koltuğa geçtim. Şu tatsız sohbetin kapanmasını istiyordum bir an önce ama ihtiyar gerçekten de susmuyordu. “Sana da ne oluyor?,” dedi, “senden bir şey rica ediyorum, adam ol.” “Hasta birine içki alıp hastaneye sokacak değilim,” dedim, “bu çok zararlı.” İhtiyar tıslayan bir yılan gibi güldü, “ben sana neyin zararlı olduğunu söyleyeyim mi?”
Arkadaşım hâlâ uyuyordu, olan biteni duymuyordu. Önemli olan onun sağlığıydı şimdi, ihtiyarın ilgi alanından çıkmayı istiyordum, birbirimizi unutalım istiyordum. Ama o “baksana,” diye seslendi tekrar. “Sen,” dedi, “hassas bir tipsin.”
“Susun rica ederim.”
“Evet evet, hakikaten hassas bir tipsin sen.”
“Belki biraz öyleyim ama ben…”
“Yakalanmaktan korkuyorsun. Suçlanmaktan korkuyorsun. Beklenmedik bir şey olur, gürültü çıkar sanıyorsun. Hâlbuki iş çok kolay. Küçük bir votka al gel. Bir iki fırt çekeceğim sadece, gerisini sen içersin.”
“Ben içki içmem.”
İhtiyar o itici sesiyle tekrar güldü. “Seni gidi kırılgan, küçük şey,” dedi ihtiyar, “korkma.” Bu sefer kızmıştım gerçekten, “korkmuyorum,” dedim. “İyi ya, hadi bana bir güzellik yapıver. Ben de ileride eşek cennetinden gelip seni rahatsız etmeyeyim…” Düpedüz tehditti bu…
Biraz sonra büfenin birinden votka alıyordum. Parayı da bana ödetiyordu ihtiyar. Ya hastanede gerçekten yakalanırsam? Daha da fenası, ya votkayı içince ona bir şey olursa?
Hastaneye girerken kalbim küt küt atıyordu, tam kapıda başım şöyle bir döndü, sanki vücudumdan bir an için ayrılıp yerine geri yapıştı. Yürürken ayaklarım birbirine dolanacaktı neredeyse, sanki herkesin gözü benim üzerimdeydi, kapı görevlileri, hademeler, sigara içmeye girip çıkan diğer refakatçiler üzerime atlayıp “çıkar şu şişeyi cebinden,” diye tokadı basacaktı. Asansöre giden yol sonsuza uzanıyor gibiydi, yürü yürü bitmiyordu. Herkese tek tek gülümsemeye çalıştım ve nihayet kendimi kabine attım…
Asansörden inip odaya koştum, kapıyı kapatıp derin bir oh çektim. İhtiyar “nihayet,” diye söylendi beni görünce. “Önce bana söz verin,” dedim, “sadece bir yudum.” “Söz,” dedi. Şişeyi uzattım. Hemen açtı ve kafasına dikti. “Durun durun,” dedim ama hiç oralı olmadı. İçkinin boğazından akışını duyabiliyordum, arkadaşımın uyanmasından korkmasam yaygarayı koparacaktım. Sonunda şişeyi indirdi, kapatıp cebine attı. “Arkadaşının çişi geldi sen yokken,” dedi, “ben işettim.” Ve sonunda, belki de artık istediğini aldığı için olumlu birkaç söz çıktı ağzından. “Arkadaşın hemen toparlar,” dedi, “apandisi olmadan senelerce yaşayabiliyor insanlar artık.” “Elbette ki öyle,” dedim, “bu arada votka meselesini kimseye anlatmazsanız…” İhtiyar “tamam tamam,” diye susturdu beni, “ah, bağırsaklarım hasta benim, metreler uzunluğunda bir acı, çekmeyen bilmez.”
Ben arkadaşıma iyiliğim dokunsun istemiştim sadece, şu sinir bozucu ihtiyarla karşılaştığım için bu gece kendimi dünyanın en şanssız insanı sayıyordum. Yine de merak etmekten alamadım kendimi, “çocuklarınız gelmediği için mi bozuksunuz,” diye sordum. “Benim çocuğum yok ki,” diye kestirip attı. “Hadi,” dedim, “şişeyi bana verin.” “Vermezsem ne yapacaksın? Beni dövecek misin?” Tıs tıs güldü yine… Koltuğa geçtim çaresiz, gözlerimi kapayıp sakinleşmeye çalıştım. Onunla mücadele edecek gücüm kalmamıştı artık ama ihtiyar duracak gibi değildi. Bir “pat” duyuldu. İhtiyar yataktan inmişti.
“Ne oldu?,” diye sordum. “Gidiyorum.” “Nereye?” “Sigara içmeye.” Ben “ne, nasıl olur” demeye kalmadan odadan dışarı fırladı. Hemen peşinden koştum, işler kontrolden çıkıyordu ve beni ateşler basıyordu artık. Koridorun sonunda bir kapıya geldik. Cebinden bir anahtar çıkarıp açtı. “Bu ne?” “Terasa çıkan merdiven.” “Anahtarı nereden buldunuz?” “Temizlikçiden çaldım.”
İhtiyar keçi gibiydi, hızla tırmanıyordu basamakları, “yapmayın, etmeyin, hadi odaya dönelim” gibi laflar etmekten başka şey gelmedi elimden. Hiçbir sözümü kabul etmedi, kendine dokundurtmadı, çeliği delecek bir kararlılığı vardı. Birkaç kat sonra terastaydık. Serin bir sonbahar gecesiydi, hava rüzgârlıydı, “buraya çıkmamamız gerek,” diye söylendim neredeyse ağlamaklı. İhtiyar umursamadı, terasın kenarına yaklaştı. “Yapmayın,” dedim, “yüksekten korkarım ben.” Votka şişesini çıkarıp uzattı, “bir fırt çek, cesaret verir.”
Diğer binalardan daha yüksekteydik, çevremizde siyah bir boşluk vardı sadece. Arada bir araba sesleri duyuluyordu uzaklardan, onun dışında şehir sessizdi. Herkes uyuyordu. Hastalar bile. İhtiyarın yanına gidemiyordum, onu orada, kenarda görmek ürpertiyordu beni. Alçak, bel hizasında bir duvar koruyordu onu boşluktan sadece. Votkadan büyük bir yudum aldı ihtiyar, sonra çorabına sıkıştırdığı paketi çıkarıp sigara yaktı. “Korkma,” dedi, “adam ol.” “Yarınki ameliyatınız…” “Beynimdeki şu ur,” dedi, “nasıl acıyor bir bilsen, ah, şu baş ağrısı dayanılmaz.”
Arkadaşımı aşağıda yalnız bıraktığım için huzursuzdum. Çatılarda ne işim vardı benim böyle? İhtiyarın ise hiçbir şey umurunda değildi, sigarasını tüttürüyordu, nereden geldiği anlaşılmayan ışıklar geçiyordu yüzünden, daha yaşlı, daha yıpranmış, daha eski görünüyordu şimdi bana. “Burası öbür dünyanın kapısı,” dedi. “Neresi?” “Burası işte, hastane. Sözde sağlık dağıtılan yer ama yine de en çok insan burada ölüyor. Hastane, bu dünyanın bir sonu olduğunun ispatı.”
Bir şey anlamıyordum söylediklerinden. Üşüyordum, korkuyordum. “Bu yaptıklarınız yanlış, beni de bulaştırıyorsunuz, alet ediyorsunuz…” Sigarayı bitirdi ihtiyar, izmariti aşağı fırlattı, havada dumandan geniş bir yay belirdi ve hemen kayboldu. Kendi kendine hiddetlendi birden, “düşmanını gözünün önünde tut” gibi bir şeyler mırıldandı, tam anlamıyordum ama birkaç kelimesini yakaladım, “madem ölüm burada, ben de buradayım ama zaten…,” diye devam etti ama cümlenin gerisi duyulmadı, boşluğa karışıp kayboldu…
Terasın ortasında dikilip kalmıştım. “Yanınıza gelemiyorum ben sizin,” dedim. “Hadi git,” dedi, “arkadaşının yanına in.” “Ya siz?” “Ben burada kalacağım.” Yanıt veremedim, suratına bakıp durumu tartmaya çalıştım. İhtiyar anladı, “ne sandın,” dedi o tıslar gibi gülüşüyle, “kendimi atmamdan mı korkuyorsun? Ölmek istesem hastanede işim ne? Hadi uza.” Sırtımı döndüm ve gittim. İhtiyarı orada, terasın kenarında öylece bıraktım…
Arkadaşım odada beyaz örtüler içinde uykusuna devam ediyordu. Aynı rahatsız edici koltuğa geçtim. Aynı uykuya, aynı rüyaya dönmeyi istiyordum, şu olan biteni unutmak, geride bırakmak istiyordum ama yapamıyordum bir türlü. Havadaki dumandan yay aklımdan çıkmıyordu. Oyalanmak için elimi karnımda gezdirip insanın apandisinin tam nerede olduğunu hatırlamaya çalıştım. Ama başaramadım…

Yeni Öyküler