Yabancı



Camus ve Ölüm - RAŞEL RAKELLA ASAL

Yabancı’yı ilk kez okuduğumda orta üçüncü sınıftaydım. Yıl l965 olmalı. Henüz fikirleri şekillenmemiş bir genç kız düşünün. O yıllarda yaşadığım sarsıntıyı, yapıtın üstümde yarattığı etkiyi tahmin edebilirsiniz. Yalnız bende mi? Tüm benim kuşağım etkilenmiştik bu yapıttan. O zamanlar ne anladığımızı tam olarak kavrayamıyorduk. Bir şey kesindi. Albert Camus bizi ölüm üzerine, yaşam üzerine düşünmeye zorluyordu. Bizim “birey” dediğimiz, bir başına olan, insandan söz ediyordu. Ona göre “birey” kendisi olmak isteyen, kendi başına kararlar vermek isteyen insandı. Bireyden söz etmek insanın özgürleşmesinden söz etmekti.

Zaman geçti. Bir kez daha okudum Yabancı’yı. Bu kez Fransızca’sından. O okumamda Meursault’nun kayıtsızlığından çok Camus’nün okuyucuya yönelttiği adalet kavramı üzerine yoğunlaştım. Bir şeyler anlamıştım ama ne kadarını? Yine kendime yönelttiğim sorularla başbaşaydım. Bu kez ikinci bölümüne odaklandım. Ve şimdi aradan geçen bunca zaman sonra tekrar okurken Yabancı’yı yine aynı soruları yöneltiyorum kendime. Camus’nün dünyasına ne kadar yaklaşabildim?

Üzerinde yazılan yorumları okudukça romanının hayata, eylemlere, duygulara, çevreye, beklentilere ve insanın kendisine yabancılaşmasına dair olduğunu kavrıyordum. Ama yine de eksik bir şeyler vardı. Daha daha okumalara atıyordum kendimi. Bu kez romanda işlenen yan izlekler karşıma diziliyordu: ölüm gibi, umursamazlık gibi, kabullenmişlik gibi, yalnızlık gibi, önyargılar gibi.
Doğrusu üzerime yüklediği kavramlar ağırdı. İçinden çıkmaya çalışsam da, arkadaşlar arasında tartışmamızın odak noktasını oluştursa da, Meursault’yu tanımlamak zordu.

Roman şöyle gelişiyordu: Meursault adlı başkahramanın annesi vefat etmişti. Meursault annesinin cenazesine gitmiş, döndüğünde hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam etmişti. Annesi öldükten hemen bir gün sonra en yüz kızartıcı eğlencelere dalmıştı. Plaja yüzmeye gitmiş, ahlakdışı bir ilişkiye girmiş, güldürücü bir filmi görmüş, gönül eğlendirmiş, sevgilisiyle sevişmişti. Günler geçmişti. Komşusu Raymond ona sevgilisinin ihanetinden söz etmişti. Raymond ondan intikam almak istiyordu. Meursault komşusu ve sevgilisiyle sahile giderken komşusu Raymond’ın belalılarıyla karşılaşmıştı. Sahilde oluşan gerginlikler sonucunda Meursault belalılardan birini bir hiç yüzünden ve ağza alınmaz bir ahlaksızlık sorununu temizlemek için öldürmüştü. Bu cinayet sonunda Meursault mahkemeye çıkmış ve iç hesaplaşmalar başlamıştı.

Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir fellahı öldüren Meursault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsızlıkla izliyordu. Meursault, kavurucu güneş yüzünden, hiçbir sebep yokken bir fellahı öldürmüştü. Bu cinayeti sanki kendi iradesi dışında işlemiş ve tutuklanmıştı. Mahkemede, sanki yargılanan, hayatı söz konusu olan kendisi değil de, bir başkasıydı. Olanı biteni anlamlandıramayan bir kayıtsızlıkla seyrediyordu. Üstelik yaptığına bir açıklama şekli bulmaya uğraşan, bir anlam vermek için çaba harcayan avukatına da şaşıyordu. Kendisini müdafaa etmek zahmetine bile katlanmıyordu. İçinde yaşadığı hayata uygun bir biçimde yaratılmamış gibiydi. Çevresindeki her şeye yabancıydı. İnsanların ahlak anlayışlarına yabancıydı. Yargılanıyordu. Bir adam öldürmekten, annesinin ölümüne ağlamadığı ve niçin ağlamadığını açıklayamadığı için de ölüm cezasına çarptırılmıştı.

Kısaca, roman, etrafında olup bitenleri anlayamayan, anlamak için de bir çaba harcamayan kayıtsız, vurdum-duymaz Meursault’nun durumunu anlatıyordu. Yorumları okudukça topluma ayrıksı bireyin önyargılı toplumla çatışmasını açıkça anlayabiliyordum.

“Annem ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum. Huzurevinden bir telgraf aldım: Anneniz vefat etti. Yarın kaldırılacak. Saygılar. Bundan bir şey anlaşılmıyor. Belki de dündü.”

Bu sarsıcı cümlelerle başlıyordu Yabancı. Olay örgüsü ilerledikçe Meursault kendisine hiç vicdan azabı vermeyen bir cinayet işlemeye kadar gidiyordu kendi varoluş sürecinde. Beni sarsan Meursault’nun vicdansızlığı, bir yandan da annesinin ölümü üzerine olan kaygısızlığıydı.
Meursault’nun annesi huzurevinde ölmüştü. Meursault İhtiyarlar Yurdu'na annesinin cenazesine giderken her türlü ayrıntıyı, havanın sıcaklığını, benzin kokusunu, sızıp kalışını, karşılaştığı insanların görünüşlerini tüm netliğiyle betimlemesi, soğukkanlılığı, bundan öte kayıtsızlığı, yaşanan şeyin/ölümün günlük hayatın sıradan parçalarından biri gibi anlatmasını yadırgamıştım doğrusu. Okudukça sevgiyi ve ayrılığı sadece alışkanlıklara bağlaması, bencilliğine mantıklı nedenler bulması, tüm bu ölüm/cenaze merasimi esnasında ölümle yüzleşmesi gerekirken ölümden başka her türlü ayrıntıyı gözlemlemesi ile farklı bir karakter çiziyordu. İlk cümle beni sarsmıştı ama Meursault’yu tanımaya başladıkça onu yadırgamaya ondan uzaklaşmaya başlamıştım. Neydi Meursault’yu itici yapan? Neydi vicdan? Neydi vicdansızlık ?

Meursault’yu anlamak için Freud’un ahlaki gelişme ve davranışla ilgili teorisi açıklayıcı olabilir miydi? Freud’un ahlaki gelişme teorisini beni bu vicdan konusunda aydınlatabilir miydi? Hiç tereddüt etmeden felsefe kitaplarıma yöneldim.

Freud’un ahlaki gelişme teorisine göre, ahlakın temelinde bir cinsiyet özdeşleşmesi vardı. Erkek çocuk için esas model baba, kız çocuk için de esas model annenin hayatlarını idare eden kurallara çocuklar da gelişmeleri evresinde tabi olurlardı. Bu kurallara karşı gelirse çocuk kendi kendini cezalandırmayı öğreniyordu. Çocukluğunda bu cezayı anne-babası verirken, ergenliğe erişen birey hiç kimsenin müdahalesi olmadan kendi kendini cezalandırmak isterdi. İşte bu vicdanın oluşması demekti. Freud’un kişilik teorisinde vicdan süperego’yla temsil ediliyordu. Ona göre, toplumun değerleri ve kurallarının kaynağını oluşturan bölüm süperego’dur. Dolayısıyla, süperego’da oluşan toplumsal değer ve kurallar çocuğun sosyal gelişim sürecinde edinilir. Bu süreç içinde insandaki, değer ve tutumlar da süperego’da oluşur. Bunun sonucu olarak süperego, bu değerlere ve kurallara uygun davranmayan bireye “yaptığın yanlış, kendinden utanmalısın” mesajlarını verir. Bu durumda birey suçluluk duyguları içine girer. Kişi kendini günahkâr hisseder. İşte Freud’a göre, ölüm korkusu genellikle bu suçluluk duygularının bir sonucu olarak ortaya çıkar. (...)


Albert Camus: Özgürlük ve Devrim
Albert Camus, R M Alberes, Jean-Paul Sartre, Catherine Camus, Raşel Rakella Asal, Feridun Andaç, Svenja Schrahe, Esra Yalazan, Allen Barra, Ali Osman Gündoğan, Simon Lea, John Cruickshank
Gülser Erçel [EDİTÖR] , Halil Gökhan [ÖNSÖZ]




  

Yorumlar