Açığa Çıkmış Prolog: Eren Ekin Ercan ile yeni kitabı üzerine

 




Uzun süre bekletilmiş ve üzerinde yeterince emin olunmuş, sağlaması yapılmış kimi metinlerin günışığına çıkması aradaki zamanca vurdumduymazlığı hayal kırıklığına uğratırcasına ani ve hızlı olur. Prolog, Kafekültür kitapları mutfağı için o açıdan son derece "seri" bir çalışma oldu. Zira yazar ile editörü konu üzerinde zaten öteden beri sessizce, bilmeden anlaşmış olduklarının farkına vardılar. Birazdan okuyacağınız söyleşi de bu eylem serisinin devamı niteliği taşıyor. Sadece kurgu kitaplara özgü bu yazarın kitabıyla söyleyemediği, ama söylemesi gerekenleri söyleme biçimi olan röportaj ve söyleşi geleneğini biraz hızlandırmış olduk böylelikle.

Neden Prolog kitabı?

Prolog bir açığa çıkma aslında. Ama kefaretçi bir açığa çıkma değil. Tözsel bir özne arayışı bana göre. Orada Bunuel filminden sahneler var, Proust göndermeleri var, Melih Cevdet Anday var, Tarancı var… 

Karakterin çıkışı bir vazgeçişti. Daha iyi için bir vazgeçiş değil; tamamen kendi başına yaşama arzusu taşıyan bir karakter var. Moral değerlerin reddi var. Kokuşmuş bir realizmin ortaya konması var. Elbette bunlar bana göre var. Her okuyan farklı yorumlayabilir doğal olarak. 

Ben ideal anlamıyla modern özneyi demokrasiyle ilişkili olarak algılamadım asla. Çatışmacı bir özne olarak da. Çatışmacı olması için kimselerden olması gerek ya da kimselerle. Bir araya gelmesi gerekir yani. Dahası modern özne, dünyayı yalnızca bilen ve yorumlayan biri olarak yaşamına devam edemez. O homo faber olmak zorundadır. Bilgi ve eylem arasından neredeyse su sızmaz. O halde günümüzde bilen bir özne nasıl bir izlek tutturur kendine. Prolog bunu arıyor. Tüm modernliğin yok olduğu bir yerde modernin arketipi gibi. 

Düzlemleri ya da altyapıları benzeş olsa da aslında Prolog'un yazarı ve bir medya akademisyeni olarak dünyanın son dönemlerinde açıkça çatışan iki kılgının en çok ne tarafındasınız?

Akademi ve akademi dışı alanlar ilk ortaya çıktıkları günden beri çatışma halindeler. Örtüştükleri noktalar da var. Benim yazma serüvenim bunların hepsinden çok önce başlıyor. Çok küçükken birebir, tüm detaylarıyla bütün günümü yazmakla başladı. Daha sonraki bu yazma edimi kesintili süreçlerle de devam etti. Dolayısıyla benim için yazı esas. Fakat şu çok açık: Akademik dil çok teknik bir dil. Kıymetli mi; evet kıymetli ama belli bir yerden sonra bir yapay zekâ yazılımı gibi kılıyor insanı. Ben ise hem orada hem burada olmaktan ziyade bu ikisinin birbirini beslediği bir yazın görüyorum kendimde. Tüm bunların ötesinde, bilim ve sanat ikiliği yaratılmaması gerekiyor. Bilim nasıl ilerliyor? Var olan, geçerli olan nesnelliğe duyulan şüpheyle. Yani sezgisel bilgiyle. Demek ki karşılıklı bir beslenme var. 

Kitabın henüz başındaki Baudelaire ve Bataille epigrafları, nasıl bir eserle karşılaşacağımıza dair bir ipucu veriyor bize: Kötülük. V. fragmandan esinlenerek bu iki kara yazarın modern ve beyhude olduklarını mı düşünüyorsunuz?

Kesinlikle modernler. Öte yandan beyhude değiller bana göre; daha çok beyhudeliğe adanmış radikal girişimler olarak okuyorum her ikisini de. Baktığımızda Baudelaire modern topluma geçiş sürecinin sancılı bir karakteri, Bataille ise bana göre gelmiş geçmiş en tehlikeli düşünür. Fakat her ikisinin de ortak noktası, sınırların sınırlarda dolaşarak tanımlanması. Ve ne gariptir ki, Aydınlanma'nın çocukları her ikisi de. Ancak Aydınlanma'yı doğruran iyi, doğru ve güzel üzerine yazmıyorlar. Onlar kötülüğü, kötüyü tanımlamaya çalışıyorlar. Bu yönüyle aslında bir idealden vazgeçiyorlar da denebilir, bildiğimiz anlamları alaşağı ediyorlar da denebilir. İşte beyhudelikleri de burada yatıyor. Her an vazgeçmeye hazırlar; yani ölüme ama yaşıyorlar. Hem yaşam hem de ölüm bir mesele değil ikisine de. Bu da bana göre modern öznenin en saf hali. 

Kısa ama zor bir soru: Felsefe ile/ve Edebiyat?

Bana göre çok yakınlar. Ancak bir ayrım var: Felsefe alanına giren birisi her şeyi enstruman olarak kullanır. Araçsallaştırma gibi düşünmemek gerek bunu. Nasıl ki bir enstruman onu kullanan kolun bir uzantısı olur ve o kola bağlı zihinle değerli olur onun gibi. Açığa çıkma. Birbirini birbirinde taşıma. Tam olarak aralarındaki ilişki böyle. 

Öte yandan edebiyat bana insanın kendine ihaneti gibi de geliyor. Kafka'nın değeri de burada değil mi zaten! Bunu en çıplak haliyle göstermesinde. Bir şey yazıyorsunuz, kurgusal ama son derece kişisel. Her şeyi kişisel bir gözle görme, anlatma. Peki eserde o anlatan yahut yaşayan kim? Yazar mı? O halde şöyle demek gerekmez mi: Edebiyat öznel değil, kişisel bir meseledir. Dünyayı kişiselleştirme meselesi. Kişiselleştirme öznellikle çok karıştırılıyor bence. İşte felsefe burada devreye giriyor. Çünkü dünyayı kişiselleştirmem onu verili koşullar içinde yorumlamamın önüne geçiyor. Dünyayı tanımlamak isteyen bir özneye doğru hareket ediyorsunuz. Tanımlamak isteyen de kendisinin dışına çıkar. Çok bıçak sırtı bir konu bu. 

Prolog'un bir roman türü olduğu öneriniz için neler söyleyeceksiniz?

Sartre, II. Dünya Savaşı sonrası için artık şiir yazılamaz diyor. Zizek ise aksine düzyazının yazılamayacağını söylüyor. Dikkat ederseniz artık pek çok yayınevi şiir de basmıyor Türkiye'de. Ancak düzyazı anlamında ortaya bir Zola da çıkmıyor dünyada. (Çıkması gerekir mi o da ayrı bir konu elbette.) O halde "yazın denen şey bir kriz halinde mi" sorusu geliyor akla. Değil! Kriz halinde olan özne. Özne de sorun ne peki? Kapitalist ilişkilerin ilkelleşmesi dolayısıyla özne akışkanlaştı ("Akışkan" kelimesini de hiç sevmem). Derslerimde öğrencilerime matbaanın özellikle Aydınlanma bağlamında tarihsel rolünü anlatırken hep şunu diyorum: Bir insan, bir odada oturur, elinde bir kitap, bir insanın düşüncelerine, dünyasına tanık olur. Ve bu ne radyoya benzer ne de televizyona. Kitap okurken başka hiçbir şeyle ilgilenemezsiniz çünkü. Orada yazanlar, onu okuyana bir direnç, bir anakroni oluşturur. Roman tam olarak bu! Ve Prolog da bir roman. Eğer bir metin size kendinizi yalnız hissettiriyorsa, o bir romandır. Çünkü modern özne yalnızlığına düşkündür ve bunu da roman yaratmıştır. 

İlki Prolog olan üçlemenizden söz eder misiniz bize?

Prolog bir üçlemenin ikinci kitabı. Bunun da bir mantığı var elbette. Üçleme tamamlandığında bir öğlen vakti başlayan metin bir rüyayla da son bulacak. Şimdilik bu kadar bilinmesi yeterli. 

Yayıneviniz tüm kitap yayın dünyası için "küçük ölçekli" denilebilecek bir hacimde. Prolog öncesi akademik kitap deneyiminizi bir kenara bırakırsak, Türkiye'de özellikle yeni yazarlar ve genelde tüm yazarlar için yayın deneyimleri hakkında sıcak ve en taze fikirleriniz, görüşleriniz nelerdir?

Benim çok deneyimim yok bu konuda. Sadece konuya dair sınırlı ve uzaktan gözlemlerim var. Ve ilk diyeceğim şu: Zerre kadar okuyucuyu düşünmesinler yazarken. Lise yıllarımdan itibaren sürekli şunu duyardım yazarlardan, sinemacılardan: "Okuyucularım/izleyicilerim benim için çok değerli, onlarla aramda çok başka bir iletişim var." Çok riyakarca geldi bu bana hep. Çünkü yazı doğası gereği yazan kişiyi dahi kendine karşı kılabiliyor. Olması gereken de bu. Odaklanılması gereken tek nokta şu: "Ben ne anlatmak istiyorum ve bunu nasıl anlatmak istiyorum?" Ben! Ben! Ben! Aman okuyucu beğenir mi, satar mı, bu yayınlanır mı… Fakat işte kapitalist bir toplumda işin bam teli de burada. Yayıncılar çok satmak istiyor. Çok satmak kötü mü; tabii ki değil. Ancak yayın dünyasında bir şey oldu; editörlük öldü. Bu çok tartışmalı bir nokta ancak bir gerçek de aynı zamanda. Entelektüel bir müesseseydi editörlük. Yazarlar yayıncılarla başbaşa kaldı. Rüzgarlarla hareket ediyor Türkiye'de yayıncılık. Bir dönem Güney Amerika edebiyatına sardılar, sonra küresel romanlar geldi, şimdi de dizilerle ve sinema filmleriyle eşgüdümlü bir roman piyasası var. Çevirilerden vurgun yapıp, bir-iki de yerli yazara destek olma. 2000'ler sonrasında kendi yazarına ihanet etti Türkiye'de yayınevleri. Türkiye'den bir yazarın kitabını alıyorsunuz, çok güzel çıkıyor, bir bakıyorsunuz hakkında internette dahi hiçbir şey yok. Ancak sosyal medyada takipçisi olan bir yığın kişinin özlü sözler tadındaki kitapları basılabiliyor. Tam bir günü kurtarma. 

Son olarak bir medya akademisyeni olarak, bir medya olarak kitabı ve bu yolculukta kitabın geleceğini nasıl değerlendiriyor ve düşlüyorsunuz?

Kitap hep olacak. Hem de matbu olarak. Dünya izleyen insana doğru kaydı. Elektronik kitapta bunun bir uzantısı mesela. Tipografik olan her şey giderek görselleşiyor. Görselleşme de beraberinde gördüğün şeyin kesinliğine mahkum olmanı yaratıyor. Ekranda kırmızı bir araba görüyorsun ve şöyle demiyorsun: "Ben başka türlü hayal etmiştim." Romanda ise sayfalarca anlatıyorsun ama herkes başka düşlüyor, görüyor. O araba imgesi herkeste farklı oluyor ve bir anlamda herkesin oluyor. Dolayısıyla görsel olan çok ideolojik. Kesin. 

Herkes farklı bir şey söylüyor kitabın geleceğine ilişkin. Elektronik kitap piyasayı ele geçirecek vs. Hepsi hayal. Eğer matbu kitap ortadan kalkarsa, tarihsel olarak kitap da ortadan kalkar. Bu çok net. Bu tıpkı şeye benziyor, elimizdeki cihazlara telefon diyoruz ancak o cihazdaki belkide en son özellik telefon özelliği. Bunun gibi. Ya da bir televizyon programını saatinde oturup izlemekle, Youtube üzerinden telefonda, tablette izlemek aynı pratik değil. Kitaplar olacak özetle. 




Yorumlar