Taşralılar


HONORÉ DE BALZAC

Kendi kıymetini bilmenin verdiği güvenle, şu arabadan inen adamın havasını görüyor musunuz?

İşte o bir taşralı.

Ona göre yaşadığı yöredeki en akıllı, en kültürlü kişi kendisidir; Meşrutiyet gazetesinin abonelerinden, şu an bölgedeki gazetede çalışıyor; gazetede sözü geçer, çok güzel kelime oyunları yapar, onun oralardaki tüm kadınların başını döndürecek kadar güzel aşk yapar ama genelde onları terk etmek zorunda kalır.

Doğduğu yerden, ya bir akademisyen ya bir general ya devlet bursuyla Roma’ya gönderilmiş yetenekli bir ressam ya da dini törenler bürosundan bir şef yardımcısı mutlaka çıkmıştır. Ayrıca memleketindeki katedralin gotik tarzda yapılmış yüksek kulelerini herkes bilir, 1371 yılında burada bir kralın oğlu kaza geçirip bacağını kırmıştır, hatta son günlerini burada geçirerek ölen başpiskoposu duymayan kalmamıştır.

Geçmişine bakınca, bu kişinin sıradan biri olmadığını, her yere başı dimdik girebileceğini hissedersiniz. Gelir gelmez uyanığın yaptığına bakın.

Daha arabanın basamağından inerken bağırır:

– Tanrı aşkına! Paris’te arabalar ne kadar da kötü!

Yardım istediği simsarın, sorularını alaya almasına şaşırır, ama yoldan geçenlerin muzip bakışları durumunu kavramasına yeter. “Kendi yöresine modayı getiren kişi” olduğu halde, buralarda gezinirken aslında modanın gerisinde kaldığını fark eder. Her tarafta “konuşmalarındaki aksan yüzünden komik olan yabancılara” rastlar. Alzasça ve Bretonca ile alay eder ve “hatta Parislilerin akksannını da gennelde köttü bulur.”

– Beni hiçbir şey korkutamaz, der. Beni ancak çok kurnazlar kandırabilir. Buraya gelmeden önce, burasıyla ilgili o kadar çok şey okudum, o kadar çok şey öğrendim, o kadar çok tavsiye dinledim ki, artık ben de onlar kadar kurnazım! …

Ama sümkürmek istediğinde mendilini kaptırdığını fark eder; saatinin ucuna takmak için köstek aldığında saati çalınmıştır; altın çerçeveli bir gözlük almak için on Frank öder, değiştirmeye geldiğinde ise satıcı, üstüne doksan Frank fark ödemesini ister.

Aldanacağı başka meslek erbapları da olacaktır: hemen oracıkta etrafında beliriveren yeni dostları sayesinde, kendisinden istenen parayı çıkarıp vererek, kibar bir adamın başka bir kibar adama gösterdiği saygıya bizzat tanıklık etmiş olur. Daha sırada kendisine güven duyan, güvenilir tüccarlar; duygusal görünümlü ama son derece acımasız kadınlar; kumarhanelerin başta birkaç kez göstermelik kaybedip, sonunda mutlaka parsayı toplayan müdavimleri; son olarak da onu temsillere, kafelere, her türlü yere götüren ama cebinden bir kuruş para çıkmayan Çicero’ya benzer hatipler vardır.

Hayvan bilimine göre, taşralılar ikinci türün iki elliler sınıfındandır. Yüksek sesle hiç durmadan konuşurlar, tenleri güneş yanığıdır; sert derili, iri yarı, sırtları hafif kamburlaşmıştır; omuzları geniş, kolları yana doğru kavisli, bacakları çarpıktır; şüphesiz tarlada çalışırken sürekli yaptıkları hareketler yüzünden elleri ve ayakları vücutlarının diğer kısımlarına göre orantısızlaşır. Onlar için yürümek, varlıklarının birinci sebebidir. Paris’te konakladıkları zamanlarda, oteldekiler daha uyanmadan, bütün iskeleleri, bütün bulvarları gezmiş olurlar; gördükleri her çeşit paydan, her krem karamelden bir parça alıp yerler; yollarda tosladıkları sokak direkleri de hazmı hızlandırdığından, yediklerinin midelerine zararı dokunmaz.

Alışkanlıkları da, davranışları da bizzat kendileri kadar gülünçtür: her ortamda, köylerini övmek zorundaymış gibi davranırlar; her öksürükte, tükürmek için, oturdukları yerden kalkıp uygun bir köşeye giderler, nezle olduklarında bu durum onları haliyle epeyce yorar. İçeceklerini yudumlamadan önce tüm davetlileri selamlarlar; kafiyeli bir söz etmeden önce kendi kendilerine gülerler; sandalyeye oturduktan sonra masayı kendilerine doğru çekerler. Véry’nin yerinde çorba ve lahanalı dana eti sipariş ederler; garsona beyefendi diye seslenirler; hesap pusulasını isterken borcumuz derler; saçlarını dakikada üç defa düzeltirler; gömleklerinin kollarını dirseklerine, pantolonlarının paçalarını dizlerine kadar sıvarlar. Genelde birbirine zıt renkleri tercih ederler; onları çoğu zaman havuç kırmızısı ile fulya sarısı renkli kıyafetlerin içinde, yumurta sarısıyla cilalanmış ayakkabılarıyla, küpeli ve yeşil eldivenli görürsünüz!

Tek kelimeyle taşralılar, anlaşılmaz yaratıklardır. 1831’de Devlet Tiyatrosu'na giderler, Franconi’nin sirkine gidince kendilerini Opera’da zannederler, antraktta baton çikolata alırlar, gişede bilet pazarlığı yaparlar, IV. Henri’nin heykelciğini Napolyon, balerin Taglioni’yi ip cambazı Madam Saqui zannederler; üstüne bir de Taglioni’nin ip gösterisini izlediklerini iddia ederler. Kuaför dükkânlarının vitrinlerini süsleyen cansız mankenlere bayılırlar, Paganini’yi dinlerken uykudan esnerler; yer göstericileri şapkalarını çıkartarak selamlarlar, şakşakçılarla sohbet ederler ve Yenilikler Tiyatrosu’nda alkış tutarlar!

Caricature, 12 Mayıs 1831, (Eugène Morisseau)


Fransızcadan çeviren: GÜL KUTLUĞ

(Paris, Honoré de Balzac adlı kitaptan alıntı)




Yorumlar