BİR DAHA UNUTMA BENİ
Esra Erdoğan Erşen
roman
(Bir Bölüm)
Kadın, serin
ve beyaz hastane odasında gözlerini açtı, etrafına baktı. İçeriye doktorlar,
hemşireler girip çıkıyordu. Ona bazı sorular sordular, ama hiçbirine cevap
veremedi. Gözü, pencerenin tüllerinden içeri sızan güneş ışığına takıldı.
Gündüzdü, ama o saatin, günün, hatta yılın bile farkında değildi. Tek bildiği
bir süredir bu odada tutulduğuydu. Tanımadığı o adam başında dikiliyordu yine,
suskun ve düşünceliydi. Onunsa cevabını bulması gereken tek bir soru vardı
aklında. Sadece bunu düşünüyordu: “Kimim ben?”
Zaman
geçtikçe etrafı kalabalıklaşmaya başladı, ziyaretçilerdi bunlar. Geçmiş olsun
diyen, acıyan gözlerle bakan, hatta arada bir gözyaşı dökenler… Odanın dışında
kendi aralarında fısıldaşıyor, ondan bahsediyorlardı. Yorulmuştu artık. Aciz
hissediyordu kendini. Nihayet onu biraz yalnız bıraktılar. Uyudu, uyandı.
Gözlerini açtığında yanından ayrılmayan o adam vardı karşısında. Eline bir
defter tutuşturdu. “Bu senin günlüğün, lütfen oku,” dedi ve odadan çıktı.
Günlükle baş başa kaldı. Öylece durdu biraz. Sonra bordo kapağı tedirgin bir
şekilde çevirdi:
|
K
|
olumdaki saatin sesini duydum bir an. Tik tak tik tak... Zaman
ilerliyordu. Öyle ya, dünya dönüyordu. İnsanlar doğuyor, ölüyor, gülüyor,
ağlıyor, günler geçiyor, hayat devam ediyordu. Beni hiç umursamadan… Zaman
durmuştu benim için sanki. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Yemek, içmek,
konuşmak, dinlemek, okumak, yazmak… Hiçbir şey. Öylece duruyordum. Sadece yavaş
yavaş nefes alıyor ve düşünüyordum. Kafamın içinde beni teselli etmeye çalışan
sesin son çırpınışları da fayda etmedi. Susturdum onu. Arkadaş, aile, sevgili…
Hepsi boş şeylerdi... Kimseyi görmek istemiyordum. Kolumu bile kıpırdatmak
istemiyordum. Yaşayan bir ölü gibi...
Duvardaki yağlı boya tabloda kırmızı şapkalı ve elbisesi
rüzgârda uçuşan bir genç kız vardı. Kolunda sepetle uçsuz bucaksız bir papatya
tarlasındaydı. Çiçek topluyordu. O an o kız olmak istedim. Renkli, risksiz bir
dünyanın içinde hiç bozulmadan, şartlar değişmeden, kaygısız, hep aynı kalmak…
Gözlerim tek bir noktaya odaklanmış tabloya bakarken cep telefonum çaldı.
Tanımadığım bir numara. Muhtemelen yanlışlıkla aranıyordum. Açmadım. Çalmaya
devam etti, etti, derken sustu. O gün kimseyle konuşmamıştım henüz. Saat
akşamın beşiydi. Televizyonu açmalıydım belki de. Vazgeçtim. En ufak bir
gürültü bile yoracaktı sanki beni. Bu dinginlik sürsün istiyordum.
Sadece saatimi
dinliyordum. Tik tak, tik tak… Bu kez de beklenmedik bir şekilde kapının zili
çaldı. Kapıcı. Apartmanın ilaçlanacağını söylüyordu. Müsait olmadığımı çeşitli
bahanelerle anlatmaya çalıştıkça ısrar ediyordu. Yine de başımdan savdım onu.
Bir sığınak gibi kullandığım kanepeme yerleşip oturmaya devam ettim. Yemek
yemem, su içmem gerekiyordu, ama canım istemiyordu. Böyle bir saat daha geçti.
Kendime kızdım sonra. Nihayet ayağa kalkma enerjisi buldum. Gidip yiyecek bir
şeyler almaya karar verdim.
Sokak için önce
asansörle iki kat yukarı çıkmam gerekiyordu. Bodrum katındaki dairemin kapısını
çektim. O gün ikinci konuştuğum kişi bakkal çırağı oldu. Bir ekmek, biraz
peynir ve meyve suyu alıp döndüm. Hızlı hızlı yemeğe koyuldum. Nefes bile
almadan… Hırsımı yemekten çıkarırcasına. Ve yine kanepede buldum kendimi. Tıka
basa yemiş, yorgun, kırgın. Tembellik tüm vücuduma yayılıyor, beni esir
alıyordu. Çok geçmeden uykuya daldım. Rüyamda beni içi timsahlarla dolu bir
bataklığa zorla sokmaya çalışan tanımadığım kişilerden kaçmaya çalışıyordum.
Mide ağrısıyla uyandım. Üzerimden kamyon geçmiş gibiydi. Televizyonu açtım ve
geçen her saatle birlikte bir sigara yaktım. O gün bir üçüncü kişiyle daha
konuşmadım. Sabaha karşı yeniden uyudum…