Kim bu Cecile?

















"Günümüzde Polonya'da hayatta olan Yahudilerin sayısı dört binden azdır. (...) Katledilen altı milyondan fazla Yahudi'nin anısına..."
 Schindler'in Listesi, 1993, Yönetmen: Steven Spielberg

Kim bu Cecile?

O Varşova gettolarının kül rengi çaresizliği... Yıkılmış Berlin sokakları... Yanmış bir dünyanın son çocuk yüzü.

Cecile, yazar Raşel Rakella Asal'ın, araştırmaları yıllar süren roman çalışmasının kahramanı değil sadece. Küçük bir kız çocuğu ile yetişkin bir kadın bedeninde gidip gelen ve bir türlü dinmeyen Holokost dehşeti. Bir ekmek karnesi gibi zorbalıkla ellerimizden alınan yitirilmiş özgürlüklerimiz.

Cecile ölebilirdi, belki öldü de; tıpkı II. Dünya Savaşı'nda öldürülen milyonlarca masum Yahudi gibi.

Cecile, açlık ya da Ziklon B gazı gibi havada tüten ve insanlığın topluca yakıldığı krematoryumlardan yükselen geleceğe dair umut bulutlarımız.

Cecile maviliğimiz olabilirdi. Sığınaklarda hayatta kalan direnişçi Yahudilerin tünel duvarları arasında yayına hazırladıkları, ederi bir sigara olan gazeteler ve o mavilikte yüzen kuşlar biz olabilirdik.

Cecile, iyiliği hâlâ yeniden bulma şansımız... Masumiyetimiz.

Cecile'in yazarı Raşel Rakella Asal ile romanı hakkında görüştük.

RaÅŸel Rakella Asal

-Cecile nasıl oluştu?

Her şey 2005 yılında Varşova’yı gezmemle başladı. O beş gün boyunca 1939- l943 yıllarının Varşova’sını konuşup durduk. Varşova gettosu hakkında ilk bilgileri gezi rehberimden aldım. İnsanların lağımlarda, tuvaletlerde, ahırlarda ve açık alanlarda nasıl yaşadıklarını, partizanlara katıldıklarını ve nasıl hayatta kaldıklarını ilk ondan dinledim. Ama dinlemek yetmedi, kendimi sayısız okumalara attım. Bu okumalar daha çok güncelerden ve tarihsel kaynaklardan oluştu. Bu okumalarımdan şunu fark ettim ki, dünyanın “Holokost”u anlaması önemliydi. Hele “Holocaust Denial”ın (Soykırım İnkârı) yükselişte olduğu günümüzde… Polonya’yı gezdikten sonra sessiz kalamazdım. Soykırımı anlama adına bir adım atmam gerekiyordu. “Cecile”  böyle oluştu.

- Sanırım roman için bazı geziler ve araştırmalar gerekti? Bunları ayrıntılı dinleyebilir miyiz? 

İlk başta yazma düşüncesi taşımazken, konu beni o kadar içine aldı ki, eve döner dönmez bu konu üzerine araştırmaya başladım. Tarihin bu bağışlaması imkânsız görünen, belki de en büyük, en anlamsız acısını anlamak için kitaplar okudum, filmler izledim. Her defasında yeniden, bir daha ve bir daha yaşadım insanın sadece arî ırka doğmadığı için yok edilmesinin tarihini. Her seferinde kül oldu genzimi yaktı, gözyaşı oldu, duman oldu, bir toplumun yok edilme savaşının başka boyutlarını araştırma arayışına dönüştü.  Auschwitz’i, Treblinka’yı, Sobibor’u, Madjenek’i, Birkenau’yu unutturmamak için yazmaktan başka bir çıkış yolu göremedim.  Ve yazmaya başladım.

- Cecile, Türk edebiyatı için bir ilk sayılır. Daha önce benzeri yazılmadı bildiğim kadarıyla. Bunun özel bir nedeni var mı yoksa sadece bir gözden kaçma mı?

Mekân bir kişidir bazen.  O kişiye dönüşür, “o”nun kimliğini alır, “o”nunla birlikte düşünülür, kişinin adıyla anılır, tek başına tanımsızdır.  Tersi de geçerlidir ya da:  Kişiyi var eden, tanımlayan, tamamlayan, ona boyut kazandıran mekândır.  Bir mekânda var olur insan; “o” nsuz eksik bir addır.  Polonya’ya, Varşova’ya yaptığım seyahatimden söz ediyorum.  Mekân olarak Varşova. Varşova’nın sokaklarında gezinmem, o yollarda yürümem ve sonraki günlerde toplama kamplarına Birkenau’ya, Madjanek’e, Austwitch’e, Krakov’a yaptığım ziyaretler...  Bir zamanlar toplama kamplarının, ölüm fabrikalarının günümüzde “müze” adı altında geziliyor olmasını ilginç buluyorum. “Müze” deyince akla hiç bir şeyin kaybolmadığı nesnelerin biriktirildiği mekândan söz ederiz.  Müzelerde hiçbir şey hiçbir zaman donup kalmaz; her çağ, kendisi için gerekli olan çağları ve yapıtları geçmişin içinden çekip çıkarır; sonra, o nesneler yüzlerce ya da binlerce yıl sonra yeniden gün yüzüne çıkmak üzere sergilenirler. Müzelerdeki nesneler değer taşırlar. Oysa Austwitch’te  müze olarak adlandırılan gerçekte planlanmış, kurgulanmış ölüm tarlaları alanlarıydı. Korkunçtu.  İnsanın hafızasına sığmıyordu, gerçek değil gerçekdışıydı.  Anlamakta zorlanıyordunuz.  Hiç yaşanmaması gereken yıllar, insan onuruyla bağdaşmaması gereken olaylar insanın yüreğini dağlıyordu. Milyonlarca çift ayakkabının, kesilmiş saç öbeklerinin, gözlüklerin, koltuk değneklerinin, protez bacakların,  valizlerin ve daha birçok nesnenin sergilenmesini görmem, fırınları gördükten sonraki sarsıntımdı.

- Yazarlığa başlamanızdan, ilk yazarlık çalışmalarınızdan söz edebilir miyiz? 

Günümüz adıyla İzmir Özel Amerikan Lisesi ...Okulum.  Benim zamanımın İzmir Amerikan Kız Koleji yani A:C:I.   1960’lı yıllarını düşünün.  Tabletsiz, akıllı telefonsuz, hatta alışveriş merkezsiz büyümüş bir nesil olarak kitap okumak bir keyifti. O yıllarıma geriye baktığımda Mrs.  Blake, okul müdürümüz çıkıyor karşıma.  Mrs. Blake’in ünlü yaz tatil ödevini hiç unutamam.  Yeni bir arkadaşla tanış, yeni bir şey yap, yeni bir kitap oku.  Böylece kitap okumak yaz ödevi ile de bize kazandırılmış güzel bir alışkanlığa dönüşüyordu.  Yazmaya okumakla başladım diyebilirim.  Okudukça, yazarları tanıdıkça onlardan feyz aldım, ben de yazabilir miyim diye kendimi sorgulamaya başladım.  Bir de okuldaki kompozisyon ödevlerimden sınıfın en yüksek not alan öğrencilerinden oldum hep.  Yazma yeteneğimi okul  yıllarımda keşfettim diyebilirim.

Aslında ilk yazma serüvenim bir iç dökme olarak başladı. Hoşuma gitmeyen ve beni üzen olaylar karşısında kimseyle konuşamayınca, yazıya döktüm. Bu iç dökme yavaş yavaş farklı bir boyut kazandı. Çünkü ilklerde yazmayla ya da yazarlıkla alakam yoktu. Yaptıklarımı sadece karalama olarak görüyordum. Bir tepki olarak yazıya döktüğüm, günlük tutar gibi ve kendimle dertleşmek olarak gördüğüm yazma eylemi, sonradan aldığım yaratıcı yazarlık dersleriyle gelişmeye başladı. Kompozisyon çalışmalarımla başladığım bu eylem, sonrasında şekil aldı, değişti ve gelişti.

- Holokost, Apartheid; soykırım ve ırkçılık... Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Hepimizin dileği farklı kimliklerin bir arada yaşayabildiği, eşit hak ve hürriyetlere sahip olduğu, devletin tüm vatandaşlarına eşit mesafede durduğu bir demokrasi anlayışı içinde yaşamak değil mi?
Holokost ve apartheid hakkında düşünecek olursak hepimiz birer kimlik taşırız. “Kimlik” diye sözünü ettiğimiz kavram bölmelere ayrılamaz, o ne yarımlardan oluşur, ne üçte birlerden, ne de kuşatılmış diyarlardan.  Her birimizin birçok kimliği yok, bir kişiden diğerine asla aynı olmayan özel bir “dozda” bizi biçimlendiren bütün öğelerden oluşmuş tek bir “kimlik” taşıyoruz.  Biz böyle düşünsek de, önyargılar devreye giriyor.  Einstein’in sözünü hatırlayalım: “İnsanlardaki önyargıyı parçalamak, benim atomu parçalamamdan çok daha zor!”  Doğa da farklı değil mi?  Bir yaprak bir diğer yaprağa, bir çiçek diğer bir çiçeğe benzemiyor.  Doğada farklılıkları seviyoruz ama insanda farklılıklar olunca hoşumuza gitmiyor.  Bu durum korkularımızdan kaynaklanıyor.  Sonuçta bir tip insan var.

- Son olarak yeni projelerinizden söz edelim?

Şu anda edebiyat dergilerinde edebiyat inceleme yazılarımla, İzmir Life dergisinde sanat kültür alanında, internette Ege’de kent-yaşam köşesinde yer alıyorum. Şu anda henüz bir proje oluşmadı kafamda.  Her yaratıcı karşılaşma yeni bir olaydır; her şey sil baştan yeniden başlamalıdır. Ve de “deneyimin gerçekliğini” karşılamak kuşkusuz tüm yaratıcılığın temelidir.   Sanatta yeni bir proje aşk gibidir, ne zaman geleceği, nereden geleceği hiç belli olmaz.

Zaten sanat ve aşk aynı şeydir. İçtenliktir. İnceliktir. Çılgındır ve tutkuludur.  Dünyadaki tüm sanatlar aynı dili konuşur, aynı güzellikleri yüceltir. Sanatın kokusu hayatın kokusudur. Doğal olan bu koku yaşama yaşam verir. Daha da önemlisi âşıklar, damarlarının içinden hayatın akışını hissederler. Tıpkı sanat gibi.

 Cecile